31 Mayıs 2013 Cuma

Hıncal Uluç bunu hep yapıyor ama ne fayda...

Sabah gazetesinin "kerameti kendinden menkul" yazarlarından değil elbet Hıncal Uluç.

17 yaşında Yenigün gazetesinde spor sayfasında çalışmaya başlamış Uluç. 1967 yılında, askerlik dönüşü Mehmet Ali Kışlalı başta olmak üzere eski Yenigün ekibinin çıkardığı Yankı'da çalışmaya başlamıştır. Oktay Kurtböke, Cumhuriyet gazetesi yayın yönetmeni olunca haftada iki gün spor yazıları yazmaya başlamış; TRT kurulunca pazartesi günleri de yine Cumhuriyet'e tam sayfa TV sayfası yapmış... 1980 senesinde Gelişim Yayınları'nın sahibi Ercan Arıklı'nın  çağırması üzerine  dergi çıkarmak üzere İstanbul'a gelmiş, ardından Zafer Mutlu'nun daveti ile 1990 yılında Sabah'ta yazmaya başlamış...

75 yaşına merdiven dayadığı sırada kendinde özellikle gazetecilik konusunda ahkam kesmeyi de kendisinin hakkı olarak görüyor herhalde. Sık sık, Türkiye'de gazetecilik yapılmadığını, gazeteci kalmadığını filan yazıyor. Sabah arşivi bu tarz yazıları ile dolu.

Önceki gün (29 Mayıs) Gazeteler niye satsın ki?  diye bir yazı kaleme aldı Uluç. Her zamanki tepeden bakan tavrı ile yazdığı yazıda, yıllardır sık sık tekrar ettiği ve yanlış olduğunu artık internete giren herkesin bildiği bir iddiayı da yeniden yazmakta beis görmedi.

GAZETELER NİYE SATSIN Kİ?

Önce yazısında yazdığı gazetecilik derslerine ve neden işlerin Uluç'ın dediği gibi olmadığına bir bakalım:

Bu ülkenin en büyük gazetesi 400 bin satıyorsa, bu ülkenin değil mesleğin ayıbıdır. 70 milyonluk ülkede, milyonluk tirajlı en az üç gazete olmalıydı.. Yok!.. Neden yok!..
Çünkü gazetecilik yok, kimse kusura bakmasın..

"Var" diyene soruyorum..

Mesela Amerika'da bütün Genel Yayın Müdürlerinin, bütün haber alma şeflerinin yüreklerini titretecek bir olay yaşandı son günlerde.. Geçmişin hayli tartışmalı ve yaşamı büyük sırlarla dolu bir üst derece devlet görevlisi, odasında bir kurşunla vurulmuş olarak ölü bulundu. Görüntü intihardı. Ne var ki ortada intihar etmesi için hiç bir sebep, yaşamında intiharı işaret eden hiç bir görüntü yoktu. Buna karşılık öldürülmesi de kimseyi şaşırtmazdı.

Bir gazeteci, bir polis muhabiri için bundan daha güzel bir vaka olabilir mi?. Böyle bir vaka ile karşılaşmak, bir gerçek muhabir için hayatının şansıdır hatta..

Şimdi sorumu soruyorum..

Kozakçıoğlu'nun intiharından bu yana, heyecan ve merakla okuduğunuz tek yazı oldu mu, tüm gazetelerde?.
Yahu bu 7 gün tefrika edilecek bir olay?. Bir haber hikayesi, yani hikaye dili ile yazılmış bir haber okuyup bayıldınız da, bir dostunuza "Yahu falanca gazetede filanca harika yazmış. İnternetten falan bul, oku" dediniz mi?.

Dün Ahmet Hakan'la şakalaşmıştım "Bu ölüm nasıl şüpheli olur, her şey meydanda" dediği için. İyi bir polis, iyi bir polis muhabiri, "Her şey meydanda olan" olaylardan en fazla şüphe eder aslında..
Şimdi gene dün not ettiğim tesadüfe bakar mısınız?.

Gaston Leroux diye bir Fransız gazeteci, dikkat buyurun bir gazeteci, 1907 yılında dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü polis romanını yazmıştı.. Sarı Odanın Esrarı..

Sarı Oda, aynen Kozakçıoğlu'nun bulunduğu oda.. Kapı içerden kilitli. Dışarı başka çıkış yok. İçerde başka biri de yok.. Ama yatakta kanlar içinde biri var..

Her şey açık gibi görünüyor. Bir gazeteci devreye girene kadar. O gazeteci polislerin yapamadığını yapıyor ve akıl sır ermez cinayeti çözüyor..

Gazeteci.. Polis değil..

Şimdi ben bir hafta sonu eki yönetsem.. Bir büyük muhabirin önüne Sarı Odanın Esrarı'nı koysam (Altın Kitaplardan çıktı) ve "Al sana iki ek sayfası.. Bu romanla paralellik kur. Kozakçıoğlu'nun geçmişini de araştır, o zaman yazılanları, bugün konuşulanları derle ve bir 'Sarıyer'in Esrarı' yaz" desem, o iki sayfa peynir ekmek gibi okunmaz, dillere de destan olmaz mıydı?. O ek, bütün rakipler arasından sıyrılmaz, haftalarca konuşulmaz mıydı.. Tesadüfe bakar mısınız?. Kozakçıoğlu'nun şüpheli ölüm yeri de "Sarı" iken üstelik..

Sarı Oda.. Sarıyer!..


Bunu yapmak için iki şey gerek.. Bir "Yaratıcılık!.."
"Ben bu hafta nasıl fark yaratırım" diye düşünen bir yetkili, sorumlu, gazeteci..
İkincisi.. Bu görevi yapabilecek birinci sınıf muhabir/ yazar!.
Hani nerde?.

Yok.. Çünkü ihtiyaç yok.. Günümüz kolay ve ucuz gazeteciliğinde haberler ajanstan gelir, muhabire gerek yok.. Röportaj dediğin şey, "Teype al, çöz"e indirgenmiştir. 50 liralık stajyer bile yapar. (Yapıyor zaten.) Yazara niye para veresin ki?.

Reyhanlı da 52 insan kahpece öldürüldü. 52 aile acılara boğuldu.. Gene soruyorum..
Bu ülkede bir tane aklınızda kalan, eşe dosta tavsiye ettiğiniz Reyhanlı haberi, röportajı okuyan elini kaldırsın..

Benim gazeteciliğe başladığım yıllarda, Reyhanlı'ya, Cumhuriyet'ten Yaşar Kemal, Dünya'dan Fikret Otyam (Fotoğraf makinasıyla), Milliyet'ten Mete Akyol, dünya çapında fotoğraf sanatçısı Ozan Sağdıç'la gider ve oradan okumaya doyamadığınız yürek yakan öykülerle dönerlerdi.
Şimdi?.
ULUÇ FARKINDA DEĞİL BELKİ AMA GAZETECİLİK DÖNÜŞTÜ

Alıntı uzun oldu biliyorum. Ama ne yapalım. Uluç'un haklı olduğu yerler de var...Gazetecilik ajans takipçiliğine dönüştü, hatta kimi zaman "haber kaynaklarından" gelen bilgileri aynen gazeteye koymaya...

İyi bir polisiye okuru olan Uluç, zihninde Sarı Odanın Esrarı ile 'Sarı'yer'de intihar eden Kozakçıoğlu'nu birleştirmiş... Bu da güzel. Ama okur bunu kolay kolay yapamaz.  Kitap 2001'de 2., 2006'da ise 3. baskısını yapmış Altın Kitaplar Yayınevinden. Muhtemelen her baskısında 500 filan basıyodur kitaplar. Yani Türkiye şartlarında çok okunan/çok bilinen bir kitaptan söz etmiyor Hıncal Uluç, kendi okuduğu/kendi bildiği bir kitabı anlatıyor.

Hiç bir gazetenin ya da ekin yöneticisi muhabirine "Al sana iki ek sayfası.. Bu romanla paralellik kur. Kozakçıoğlu'nun geçmişini de araştır, o zaman yazılanları, bugün konuşulanları derle ve bir 'Sarıyer'in Esrarı' yaz" demez. Hiç bir muhabir de bana iki sayfa ver "Kozakçıoğlu'nun geçmişini araştırayım" demez/diyemez. Nedeni açık. Kozakçıoğlu gibi "derin" devletin önemli aktörlerinden birinin geçmişini haftasonu ekine hazılayacak kadar hızlı bir şekilde araştıramazsın. Araştıracak gazeteciler vardır, hatta araştırmış olan gazeteciler de vardır. Ama gazetecilik Türkiye'de boyut değiştirdi. Hıncal Uluç'un atladığı şey de o zaten.

Bir de o iyi gazetecilerin hepsinin köşe yazarı olması var ki, bu zaten ayrı bir yazının konusu olur.

BAŞBAKAN SABAH'IN SATIŞI İLE NEDEN ÖZEL OLARAK İLGİLENİYOR

Reyhanlı'da 52 insanın öldürüldüğü bombalı saldırının ardından yayın yasağı konduğu, bir hafta boyunca merkez medyadan kimsenin tek kelime yazamadığını gözardı ediyor Uluç. (Milli Gazete'den soL'a kadar merkezin dışında konumlanan muhalif medyanın yayın yasağını takmadığını da unutmayalım bu arada.) Yürek yakan öyküler yazılabileceğini söyleyen Uluç'un yazdığı, Başbakan'ın Sabah gazetesinin yönetimi ile kişisel ilişkisine bakalım hızla isterseniz:
Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak, Çalık Holding’in Genel Müdürü.  Çalık’ın tekstil bölümünde çalışmaya başlayan Berat Albayrak, Başbakan’ın damadı olduktan sonra şirketin genel müdürlüğüne getirildi. Kardeşi Serhat Albayrak da Çalık Grubu’nun medya şirketlerinin  başında yer alıyor.
Erdoğan Sabah ve ATV'nin satışı konusuyla da kişisel olarak ilgileniyor:
2012 yılı Mart ayında Başbakan, Türkiye'ye gelen medya devi News Corp'un sahibi Rupert Murdoch'ı makamında kabul etmişti.  Kulislerde konuşulanlara göre Sabah ve Atv'nin satışı konusunda Başbakan ile görüşmeye gelen ve hali hazırda Türkiye'de FoxTV'nin büyük ortağı olan Murdoch, Erdoğan'a "Türkiye'deki programlarımızı artırmak istiyoruz. Medya sektörü açısından Türkiye'yi önemli bir ülke olarak görüyoruz. Arzumuz buradaki yatırımlarımızı artırmak" demişti.
BU MEDYADA YÜREK YAKAN HİKAYE ZOR YAYINLANIR

Şimdi Başbakan'ın bu kadar yakından ilgilendiği gazetede nasıl yürek yakan öyküler yayınlanacak, Uluç hiç düşünüyor mu? Terör eylemlerinde "şehit" olan askerlerin cenaze törenlerinin dahi yayınlanamasına tepki gösteriyordu Erdoğan hatırlarsanız. Medyanın şehit cenazelerini abartılı verdiğini savunuyor ve bunu hükümete karşı maksatlı ve ideolojik bir tutum olarak niteliyordu. Bu şartlar altında Reyhanlı'da patlayan bombalar ve ölen 52 kişinin hikayesini kimse yürek yakan öyküler şeklinde yazamaz bu ülkede. Hıncal Uluç bunu farketse de farketmese de gerçek bu.


Gelelim Uluç'un yıllardır tekrarladığı ama doğru olmayan hikayeye. Aynı yazının devamında şöyle diyor Hıncal Uluç:
New York Times Gazetesi, bir yazarını, Kansas'ta işlenen bir cinayetin idama mahkum edilen faili ile konuşmaya göndermişti.
Yazar, harika bir haber hikayesi çıkarmakla kalmadı.. "İn Cold Blood" adlı bir de roman yazdı, uzun araştırmalar ve katille yaptığı konuşmalara dayanarak ve dünya çapında üne kavuştu.. Olayı, yıllar sonra yazarın adıyla filme çektiler. Yazar/ Gazeteciyi oynayan aktör, Philip Seymour Hoffmann Oscar kazandı.
Yazarın adı Truman Capote'ydi..
HANGİ BİR YANLIŞI DÜZELTELİM 

"Biri hocanın önüne geçmiş demiş ki, 'Hazreti İsa'nın sopasıyla ortadan ikiye ayırdığı derenin adı neydi?' Hoca demiş ki, 'E be evladım neresini düzelteyim; bir kere İsa değil Musa, sopa değil asa, dere değil Kızıldeniz... Uluç'un durumu tam da böyle:


Yine de madde madde sıralayalım:

1. Daha önce Capote'un "New Yorker gazetesinde(!)" yazar olduğunu yazıyordu Uluç, bu sefer New York Times gazetesi demiş. Ancak New Yorker 'dergisinde' fotokopici olarak çalışıyordu Capote. New York Times ile hiç ilişkisi yoktu. İddialara göre fotokopicilik işinden de kovulmuştu.

2. Capote, Kansas’a cinayeti araştırmak için gittiğinde hiçbir yerde çalışmıyordu. Ama ilginçtir olayı 1959 yılında The New York Times’ta çıkan bir haberden öğrenmiş ve çocukluk arkadaşı Harper Lee ile birlikte Kansas'a ditmişti.

3. Capote, harika bir haber hikayesi çıkartmadı. Capote görüştüğü insanları dinledi, sonra da oturup romanını yazdı.

Bu hikayedeki gerçekleri anlatmak yetmiyor, defalarca anlatmak gerekiyor. Bir kez daha, bir kez daha... Belki o zaman aynı yalanları yazmaktan vazgeçer Hıncal Uluç.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder