30 Ocak 2013 Çarşamba

Tansu Özkök ile Ertuğrul Özkök'ün farkı nereden?

"Turgut Özal’dan beri [Ertuğrul Özkök ile]çok atışıyoruz. Ben kapitalizmden hâlâ nefret ediyorum. Son derece acımasız, edepsiz bir düzen olduğunu düşünüyorum. Pardon doğru kelime “arsız” olacak!"

Bu satırlar Hürriyet Gazetesi’nin 27 Ocak 2013 tarihli Pazar Eki’nde Ayşe Arman’nın konuk ettiği isim Tansu Özkök'e ait. Hürriyet okurları için Tansu Özkök hiç de yabancı bir isim değil. Bugüne dek pek çok kez, ilk ismiyle Hürriyet'in birinci sayfasında ya da 20 yıl genel yayın yönetmenliğini yapan Ertuğrul Özkök'ün köşesinde anılan bir isim Tansu Özkök.
Ayşe Arman'ın "Özkök yazdıklarıyla sizi de şaşırtıyor mu?" sorusuna "Evet, mesaj atıyorum: Yine Saçmalamışsın!"  diye yanıt veriyor mesela Tansu Özkök.
Ayşe Arman bu yorumlara şaşırmış olacak ki “Başka bir çağda yaşıyor gibisiniz?” diyiverince şu yanıtı alıyor: "Değerlerim biraz eski kaldı galiba… O yüzden Özal’a kızıyorum. Olumlu şeyler yaparken, o kadar çok güzel şeyi de yok etti ki!." 

TÜSİAD ÜYESİ ERTUĞRUL ÖZKÖŞK

Hürriyet'in önce Ankara Temsilcisi sonra da Genel Yayın Yönetmeni koltuğuna oturan Ertuğrul Özkök, uzun yıllar medyada Özköşk olarak anılmıştı.  Nedeni ise Turgut Özal ile (ve de Çankaya Köşkü ile) yakın ilişkisiydi.

Hürriyet gazetesinin bir çalışanı olması dışınca % 9'a varan hissesinin de (patronun inayetiyle) sahibi olan Özkök hayata “solcu” olarak başlamış, ardından “Elveda Başkaldırı" diye kitap yazıp, kendini kapitalizmin kollarına atmıştı. Hatta patronun verdiği Hürriyet hisseleri sayesinde Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi meslek örgütlerine değil büyük sermayenin örgütü TÜSİAD’a üye olmuştu!

ÖZKÖK ÇİFTİNİN ARASINDAKİ FARK


Tansu Özkök'ün babası Hüdai Oral uzun yıllar CHP Denizli milletvekili olarak TBMM’de görev alan ve Meclis Başkan Vekilliği , Enerji Bakanılığı (1963-65) gibi görevler üstlenen bir isim.  Halbuki Özkök tırnaklarıyla tırmanmış Hürriyet'in tepesindeki koltuğa. Türkiye'nin Avustralyası İzmir'den başkente gitmiş genç bir üniversite öğrencisi... Paris'te başkaldırı kokan sokaklarda uzun saçlı devrimci... Sonra Hacettepe'de sosyoloji kürsüsünde akademik kariyer. 12 Eylül'de partisinden istifa edip tek başına mücadeleyi seçen Bülent Ecevit'e destek günleri... Sonra... Sonrası malum. 
Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet'in tepesine tırnakları ile tırmanması, güç kullanmaya neden böyle istekli olduğunu da ortaya koyuyor belki.  Her daim Devlet'e yakın, büyük sermayenin yanında, çok paralı, çok şöhretli, çok kanlı bir dönem… Andıç manşetiyle en yakın arkadaşlarını işlerinden attıran da Özkök'tü, Hürriyet’in ilk sayfasından Sırrı Sakık'ın ifadesi denilerek İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ın fotoğrafını yayınlayıp Apo'nun ‘O benim Türkiye’deki tabancamdır’ dediğini yazan da Özkök'tü.

Başlangıçta aynı dünyaların insanı olan Özkök çiftinin değişimi aslında oldukça ilgi çekici bir hikaye. Belki bir şey olur da kaybolur diye korkarak, Tansu Özkök ile yapılan röportajı buraya da copy-paste ile yapıştırıyorum.

Ne olur ne olmaz diyerek...


İŞTE AYŞE ARMAN'IN O RÖPORTAJI

Ertuğrul’u değil, İstanbul’u terk ettim

‘Sahici’ kelimesine daha yakışan biri var mıdır bilmiyorum. Tansu Özkök gerçekten sahici.. Hatta, “Yok artık!” dedirtecek kadar.. Hiçbir numarası, oyunu-moyunu yok, ne hissediyorsa, ne düşünüyorsa ‘tak’ diye söylüyor….

Ertuğrul Özkök’ü de seviyorum ama Tansu Özkök sahicilikte basar!
Kızmasın ama daha mert, daha cesur ve daha gerçek.
Ama o, birçoğumuzdan daha gerçek.
Urla’da ormana bakan çok güzel bir evde yaşıyor.
Dört buçuk ay önce İstanbul’dan kaçmış.
İyi de yapmış şu anda çok mutlu.
Zaten öyle güzel bir yerde yaşıyor ki, mutsuz olması imkansız…
Evin her köşesiyle bizzat o ilgilenmiş, gerçi Akbük’teki evi de o yapmış, ondan önce yaşadıkları yerleri de, hatta Paris’te kaldıkları otel odalarını da ‘ev’e çevirmiş.
Çok hünerli.
Artistik bir dokunuşu var.
Ve rafine bir zevki...
Az eşya seviyor.
Orada sanat eserleri yapıyor, sorunca “Yok canım kayda değer şeyler” değil diyor, oysa çok güzeller.
Beni farklı kadınlar, insanlar ilgilendiriyor, sürünün dışında olanlar, Tansu Özkök de öyle bir karakter…

HAYATIMIN EN KEYİFLİ DÖNEMİNDEYİM

Hayatınızın hangi dönemindesiniz?
- En keyifli döneminde. Hani diyorlar ya “Eleği asmak”; işte o dönem. Asmış bulunuyorum! Herkese de tavsiye ederim. Bunu yaptıktan sonra çok rahatlıyorsun. Bütün hırslar, nefretler, kinler, keşkeler, pişmanlıklar bitiyor. 20 yıl kocamın hayatını yaşadıktan sonra, şimdi istediğim yerde, istediğim hayatı yaşıyorum. O 20 yıl çok stresliydi, onunla ilişkim de. Ben Ertuğrul’un ilk tanıdığım dönemini ve şimdiyi seviyorum, arayı almayayım…
Siz burada n’apıyorsunuz? Koca, İstanbul’da... Kızınız ve torunlar da... Siz neden buradasınız?
- Kaçtım! Resmen kaçtım. Artık Ertuğrul’a destek olmak, onun yanında olmak anlamında görevimi tamamladığımı düşünüyorum. Aynı şekilde Gülümsün’ün yanında olmam da gerekmiyor. 60 yaşıma girmek üzereyim ve o kadar özgür hissediyorum ki kendimi. Urla her anlamda çok iyi geldi bana.
İstanbul’da sıkışmış mı hissettiniz kendinizi?
- Hem de nasıl. İstanbul’u hiçbir zaman sevemedim. Orada gergin ve sinirli bir kadın oluyorum, oysa burada dört buçuk aydır çok huzurlu ve mutluyum. “İyi ki kaçmışım!” diyorum.
Bu kararı verirken hiç zorlanmadınız mı?
- Hayır hiç. Ankara’dan İstanbul’a taşınmam iki yılımı aldı. Ama İstanbul’dan Urla’ya taşınmak bir haftamı! Ve inanır mısın, tamamen kapatmışım, benim için artık İstanbul yok gibi. Ne özlüyorum ne arıyorum. Sanki o hayatım hiç olmamış gibi. Sanki hiç İstanbul’da yaşamamışım, 20 yılım sular altına gömülmüş gibi. Tuhaf bir duygu, Mehmet Ali’nin cenazesine geldiğimde fark ettim, bir an evvel dönmek istedim, biraz daha kalayım, oyalanayım yok... Koştura koştura havaalanı, oradan İzmir. Bir gün döner miyim? Sanmıyorum. Ertuğrul da daha sık geliyor, “İki yıla tamamen gelirim” diyor. Ama zorlamak da istemiyorum, o daha metropol adamı…

KAYNANAMA SENİN GELİN EVİ TERKETMİŞ DEMİŞLER

Peki bu bu ortalıkta dolaşan “Boşanıyorlar mı?” lafları ne?
- Ya evet, var öyle bir şey! Bir sürü insan arıyor, soruyor. Kayınvalideme bile gitmişler, “Senin gelin evi terk etmiş!” diye. Yazık, o da üzülmüş. Oysa ne alakası var, evi değil, İstanbul’a terk ettim! Bizim Ertuğrul’la ilişkimizde birbirimizi domine etmek gibi bir şey hiçbir zaman olmadı. İkimiz de bu anlamıyla özgürlüğü seven insanlarız. Hayatımdaki bazı kararlarıma müdahale etseydi yürümezdi bu evlilik, ben ona etseydim de yürümezdi. Esas olan da şu: Şimdi Ertuğrul’la ilişkimiz çok daha iyi…
Peki aklınız kalıyor mu “Nerededir, n’apıyordur?” diye...
- Yok valla kalmıyor. Ona mı güvenim arttı, kendime mi… Bilemiyorum. “Seyahate gidiyorum” diyor “Tamam” diyorum. “Döndüm” diyor, “Peki” diyorum. Ama nereye gittiğini bilmiyorum, sormuyorum. Sri Lanka’ya gidiyorum diye Antalya’ya da gidebilir. Belki de birbirimizi bu kadar özgür bırakıyor olmamız, bizi birbirimize bu kadar bağlıyor. Onu da bilemiyorum.
Geldiğinizden beri neler yapıyorsunuz?
- Tiyatroya gitmezdim burada başladım, sergilere gidiyorum. Spora gidiyorum, pilatese gidiyorum. Çok okuyorum, sadece durduğum ve pencereden ormanı izlediğim de oluyor, arkadaşlarımla buluşuyorum, şehre iniyorum. Nişantaşı’na indiğimde huzurlu olmuyordum, burada insanlar samimi, hiç bir şey abartılı değil. Burada da varlıklı insanlar var ama hiçbir şey yüzünüze şamar gibi inmiyor. Çok daha sahici geliyor İzmir bana. Rıfat Özbek, “İnsanlar İstanbul’da nasıl yaşıyorlar anlamıyorum” demiş. O da Yalıkavak- Londra arasında yaşıyormuş. Ben de onun gibi düşünüyorum. Buradan İstanbul, deli bir şehir gibi duruyor!
“Benim için artık İstanbul yok gibi. Ne özlüyorum ne arıyorum. anki hiç İstanbul’da yaşamamışım, 20 yılım sular altına gömülmüş gibi”
Ankaralı mısınız, Denizlili mi?
- Denizli’de doğdum ama Ankaralıyım. Çok küçük yaşta Ankara’ya taşındık.
CHP’li eski enerji bakanı Hüdai Oral’ın üç çocuğundan birisiniz. ‘Bakan kızı’ olmak nasıl bir şey?
- Ben bakan kızı olduğumu hiç hissetmedim ki. Bize hiç hissettirilmezdi. İsmet Paşa’nın evinde büyüdük sayılır, nişanımızı o da taktı ama bu da önemli değildi. Okula, otobüsle gider gelirdik. Ankara Koleji’nde okuyordum. Bir gün evden çıktım, kapının önünde babamın şoförü Mesut Amca, bir de gıcır gıcır siyah bir araba. “Babamın arabası mı bu Mesut Amca?” dedim. “Evet” dedi. İçindeki kırmızı halıyı hatırlıyorum, sonra bana dedi ki “Hadi baban gelmeden bir çık, otur.” Girdim oturdum, o kadar. Babamın makam arabasıyla bütün ilişkimiz budur. Yürüyerek eve dönerdik, yağmurda, çamurda, karanlıkta. Bizim için bakan çocuğu olmak, hiç de ayrıcalıklı bir şey değildi. Ayakkabılarımız Kocabeyoğlu Pasajı’ndan alınırdı, oysa Goya Moya da vardı, ki varlıklı bir aileydik ona rağmen hiçbir zaman aşırıya kaçılmazdı.
Hangisiyle daha yakındınız, annenizle mi babanızla mı?
- Annemle. Babamla daha mesafeliydik. Onun yanında Ertuğrul bana hiç sarılmadı mesela... Ayağımı uzatayım, bacak bacak üstüne atayım ne mümkün! İlişkimiz daha resmiydi. Dedemle de öyle. O zaten İstiklal Mahkemeleri’nde hakimmiş, asan kesen biriydi, ondan korkardık.
Abinizi kaybetmişsiniz…
- Evet, çok acı bir olay. Benden iki yaş büyüktü. İlkokul sondaydım.
Nasıl oldu?
- Epilepsisi vardı, hiçbir yere götürmezlerdi, spor yaptırmazlardı. O sene babam onu aldı İngiltere’ye götürdü. Demişler ki, “Yanlış yapıyorsunuz. Bu çocuğu hiçbir şeyden mahrum etmeyeceksiniz! Sakıncası yok, her şeyi yapabilir!” O yaz tatile Kuşadası’na gittik. Genellikle beraber inerdik plaja ama o gün o yalnız indi, girmiş ve yanılmıyorsam hissetmiş nöbetin geleceğini, çıkarken denizle kumun bittiği yere yığılmış orada nefessiz kalmış. Boğulmuş. Ben indiğimde başında birileri vardı, ondan sonrasını hatırlamıyorum. Fenaydı. Yıllarca Kuşadası’na gitmedik. Annem sonra bize, “Hiçbiriniz bu ismi çocuğunuza koymayacaksınız!” dedi.
Neydi ismi?
- Mete.
Her şeyi dobra dobra, açık açık anlatıyorsunuz. Sizdeki bu cesaret geni kimden?
- Valla bilmiyorum. Var galiba öyle bir yanım. Babamın babası öyleymiş.
Hep bu kadar sahici miydiniz?
- Evet.
Hiç rol yaptığınız olmaz mı?
- Beceremiyorum ki, benden oyuncu filan olmazmış. Hiçbir zaman yapamadım. Gülümsün’le ilişkimizde de öyle. Çok kızarım, sonra ağlayarak kızımdan özür dilerim, sarılırım filan. Önce kızıp, sonra perişan bir şekilde ağlayarak özür dileyen bir anne!
“Abim denize girmiş ve yanılmıyorsam hissetmiş nöbetin geleceğini, çıkarken denizle kumun bittiği yere yığılmış orada nefessiz kalmış”
“Ya gazete ya ben” diye sordum… “Gazete” dedi
43 senedir evli olduğunuz adamla, 15 yaşındayken tanıştınız…
- Evet, Ertuğrul benim ilk aşkım. Saçları uzundu, ayağında kadife pantolonlar, hush puppi’ler… Deliriyordum onun için! İnanılmaz tutuldum. Ben sadece Beatles, Rolling Stones biliyordum. Solculuktan filan haberim yoktu, Karl Marx’ı ve Che Guevara’yı onunla tanıdım. Ben her şeyi Ertuğrul’la öğrendim. Bir daha da kopamadım. Liseyi bıraktım onun için. Paris’te burs kazandı, “Ya şimdi evleniriz ya da hiç olmaz!” dedi. Şu anda olsa, “Peki olmazsa olmaz!” der gönderirdim. Ama o zaman yapamadım, kaybedeceğim diye ödüm patladı. Her şeyi bıraktım. Kıyamet koptu evde. Hani derler ya “Ailede ilk okuyan benim” diye, “Bizim ailedeki ilk okumayan” da ben oldum.
Pişman mısınız?
- Hayır ama okulu bırakmasaydım da olurmuş. Yine evlenirdik. Herhalde Ertuğrul kendine güvenemedi. Ama o Paris dönemi olağanüstüydü, dibine kadar yaşadık. Çok güzel yıllardı, tüm parasızlığımıza rağmen. Paris’ten dönünce, “İzmir mi Ankara mı Tansu?” dedi, “Sen karar ver” dedim.
Eşinizin genel yayın yönetmeni olması ne kadar önemliydi?
- Hiç. Ben akademisyen olarak kalmasını tercih ederdim…
Sizle ilgili hep şöyle şeyler anlatılır, gittiğiniz bir yerde Ertuğrul Özkök’ün eşi olduğunuzu söylemezmişsiniz…
- Evet pek söylemem.
Hiç o gücü kullanmaya gerek duymadınız mı?
- Yok canım asla, bana çok ayıp gelir. Babam bakanken de böyleydi. Annem de benim gibidir. Belki doyum, tatmin, belki de aldığımız terbiye…
Yayın yönetmenliğinin pırıltısı sizi hiç mi etkilemedi?
- Hayır hep uzak durmaya çalıştım. İstanbul’a ilk taşındığımızda davetlere filan mecburen ben de gidiyordum. “Gelmek istemiyorum” dediğimde çok kızıyordu. Bir gün yine bir davetten döndük, “Tansu” dedi, “Artık sana ısrar etmeyeceğim çünkü bu akşam gördüm sen gerçekten acı çekiyorsun!” Evet, öyleydi. Benim için farklı bir dünyaydı. Olmadığın gibi davranacaksın, bir takım oyunlar bileceksin. Bana uymadı. Samimi gelmedi. Kendimi orada yama gibi hissediyordum. Yama gibi de duruyordum zaten. Allahtan o dönemler geçti, gitti.
20 yıllık yayın yönetmenliği süresinde, “Keşke onunla daha çok vakit geçirebilseydin!” diye düşündüğünüz oldu mu?
- Oldu ama ama o çok mutluydu…
İyi de siz…
- Ertuğrul’un egosu fazladır, “Önce ben” der. Belki de doğrusu bu bilmiyorum. Bir kere çok sinirlendim, “Ya gazete ya ben” dedim, “Gazete!” dedi. Öyle kalakaldım. Bir daha da böyle bir şey demedim. O da zaten, “Beni bir daha böyle tercihler yapmak zorunda bırakma!” dedi. Ama buraya gelirken, “Ya İstanbul ya Urla?” demedim, “Ben Urla’ya gidiyorum” dedim. Çünkü onun cevabının “İstanbul” olacağını biliyordum…
Siz onu iyililikle terbiye ediyorsunuz!
- Bilmiyorum. Bir gün gelecek diye düşünüyorum ama gelmesi de gerekmiyor, nerede mutlu olacaksa orada kalsın, zaten sık sık geliyor…
“Ertuğrul benim ilk aşkım. Deliriyordum onun için! Liseyi bıraktım onun için. Hani derler ya ‘Ailede ilk okuyan benim’ diye, ‘Bizim ailedeki ilk okumayan’ da ben oldum”

43 YILLIK EVLİLİKTEN KALAN AŞK DEĞİL, GÜÇLÜ BİR SEVGİ

43 yıllık bir evlilikte, aşk nasıl hala canlı kalıyor? Ya da kalıyor mu?
- O kadar yoğun bir yaşanmışlığın oluyor ki, birbirinden ayrılamaz hale geliyorsun. Ama aşk değil bence kalan. Bitmeyen aşk filan da yok. Bence sevgi o, çok güçlü bir sevgi. O duyduğun aşk; yıllar içinde, karşındakine saygı duyduğun, onun taleplerini ciddiye aldığın, ona alan tanıdığın bir sevgiye dönüşüyor.
Siz neden hep büyük evler yerine, küçük evlerde yaşamak istediniz?
- Çünkü baş edebileceğim, hakim olabileceğim mekanları seviyorum! Beykoz’daki ev o kadar büyüktü ki... 600 metrekare evde, iki kişi ne yapar? Belli odalarda yaşıyorduk. Anlamsız geliyor o kadar büyük mekanlar. Küçülmeye gelince, hakikaten çok güzel bir şey. Seyahate çıkarken de küçük bir çantayla çıkmak insanı müthiş özgür kılar. Elinde beş tane valizle dolaşmak yüktür. Büyük evler, çok oda, çok eşya ben de aynı duyguyu uyandırıyor…
Buraya taşınırken küçülmek zor olmadı mı?
- Yok canım, her şeyi attım. Lüzumsuz neler tutuyormuşum meğer. Tonla giyecek. Buraya geldiğimden beri de alışveriş isteği filan da duymuyorum. İstanbul’da öyle miydi? Hayır. Aslında ne kadar lüzumsuzmuş. Şu anda olanların bir kısmı bile lüzumsuz. Çok memnunum küçülmekten…

BAZEN ONU PROTESTO ETMEK İÇİN EVİN İÇİNE BAYRAK ASIYORUM

Aynı evde iki kişinin ayrı siyasi görüşlere sahip olması neye yol açıyor?
- Ertuğrul her şeyle dalga geçebilen biri, o gülüyor. Bense bazen çok sinirlenip evin içine bayrak asıyorum, onu protesto ediyorum. Yazdıklarına katıldığım da oluyor ama siyasi görüşlerimiz farklı. Özal’dan beri çok atışıyoruz. Ben kapitalizmden hala nefret ediyorum, son derece acımasız, edepsiz bir düzen olduğunu düşünüyorum. Pardon, doğru kelime ‘arsız’ olacak!
Ertuğrul Özkök’ün yazdıklarıyla sizi de şaşırttığı oluyor mu?
- Oluyor tabii. Mesaj atıyorum, “Gene saçmalamışsın!” diye, “Teşekkür ederim” diye cevap yazıyor. Bazen, “Yarın okuma, yine kızacaksın bana!” diyor. Ama o kapitalizme daha sıcak bakıyor. Yapacak bir şey yok…
Siz hala sosyalist mi hissediyorsunuz kendinizi?
- Elbette. Daha bugüne yakışan bir sosyalist bir düzenden yanayım.
CHP’yi beğeniyor musunuz?
- Kılıçdaroğlu’nu çok acımasız eleştiriyorlar ama ben beğeniyorum. Üyeyim zaten CHP’ye. Tayyip Erdoğan’ı iyi lider bulanlar Kılıçdaroğlu’nu bulmaz tabii. Ama ben Kılıçdaroğlu’na baktığımda insancıl birini görüyorum…

ANCAK 80 YAŞINDA DİZİMİN DİBİNDE OTURUR

Ertuğrul Bey’in dizinizin dibinde oturacağı günleri bekliyor musunuz?
- Hayır. Öyle bir şey olacağını zannetmiyorum. Çünkü olursa, Ertuğrul biter. Belki 80 küsur yaşında…
Buraya gelince n’apıyor?
- Çalışıyor, kitap okuyor, yazı yazıyor, yürüyüşe gidiyor. “İlk defa bir yerde huzurlu uyuyorum” diyor. Bir tane de bidon yaptım bahçede, orada geceleri ateş yakıyoruz…
Bidon mu!
- Evet. Başında durup, ayakta şarap içiyoruz. Yılbaşına öyle girdik…
Siz de insanı şaşırtıyorsunuz, başka bir çağda yaşıyor gibisiniz…
- (Gülüyor) Evet benim değerlerim biraz eski kaldı galiba. O yüzden Özal’a kızıyorum, bir sürü olumlu şey yapmış olabilir ama onları yaparken o kadar güzel şeyleri yok etti ki. Oysa onları koruyarak da yapabilirdi. Bu noktalarda da Ertuğrul’la ayrılıyoruz…

KÖMÜR ÜTÜSÜ İYİ Kİ BAŞINA GELMEDİ

O yayın yönetmenliğini bırakınca, hayatınız ne kadar değişti?
- Ayrılmadan önceki son iki yıl cehennemdi. Çok zordu. Hatta bir gün ağladım. Hayatımda ilk defa, “Yeter artık!” dedim. Çünkü dertlerini eve taşımaya başlamıştı. O stresi, gerginliğini… Sonra bıraktı. Ve rahatladı. Ancak bir yıl sonra bunu idrak edebildi.
Peki ayağının altından halı çekilmiş gibi olmadı mı?
- Olmaz mı? Elbette bocaladı. O kadar yıldan sonra bu da normal. O dönem destek olmaya çalıştım. Biraz geride kaldım ve ne istiyorsa tamam dedim, hiç hayır demedim.
Seveni kadar, sevmeyeni de var. Hatta nefret edeni... Ve hala onu her fırsatta dövüyorlar. Siz ne hissediyorsunuz?
- Çok üzülüyorum. Çünkü onların bahsettikleri Ertuğrul Özkök, benim Ertuğrul’um değil. Benim için Ertuğrul, ‘Ert’. Onunla tanıştığımda herkes ona Ert derdi, öyle kaldı. Sadece kızdığım zaman Ertuğrul derim. O nefret edenler, onu tanıdıklarını zannediyorlar ama aslında hiç tanımıyorlar.
Ara ara ona hakaret edenlere, küfredenlere çıkıp “Hadi len!” demek istiyor musunuz?
- Tabii. Bütün tırnaklarım dışarı çıkıyor. Uzak, yakın dost meclislerinde onun aleyhine konuşulduğu zaman çok sinirleniyorum. Agresifleşiyorum. Ona yüklenmek moda gibi bir şey ya…
Peki var olan bu düşmanlık sizce neden kaynaklanıyor?
- Onun başarısından. Kim ne derse desin, Ertuğrul her dönem başarılıydı. Hala öyle. Bu da sinir bozucu. Pes etmiyor çünkü. Bu kadar nefretin başka bir nedeni olamaz. Bunca yıldır hala var olmasından hoşlanmıyorlar. O da dalgasını geçiyor.

MEHMET BARLAS GİBİLERİ SİNİR ETMEK İÇİN YAPIYOR

İnsanları provoke etmekten hoşlanıyor. Ara ara, “Bir dur ya!” demek istediğiniz olmuyor mu?
- Olmaz mı? Diyorum da. Ama dinletebilene aşk olsun! Gıcık olduğum şeyleri de var. Çıplak ayaklı fotoğrafları mesela. Yemin ederim provoke etmek için yapıyor. Yazdır, yazlıktasındır anlarım. Ama insan özel olarak ayakkabılarını neden çıkarır? Ben söyleyeyim, Mehmet Barlas gibilerini sinir etmek için. Bilerek yapıyor.
Ertuğrul Bey, işine harcadığı enerjiyi ilişkinize gösterdi mi?
- Başlarda evet…
“İyi de ben n’oluyorum?” demediniz mi?
- Bana söylediği şu: “Ben en büyük kavgayı ve enerjiyi senin için veriyorum farkında değilsin!” Bir de, “Ben hep seni kaybetme duygusuyla yaşadım.” Belki de o duyguyu yaşattım ben ona, “Giderim ha!” demişimdir. Dedim tabii. Neler neler yaptım adama…
Ütü fırlattınız bir de ona değil mi?
- Ya evet, bir de o var. Ankara’daydık. Neyin kavgasıydı? Yine benim bir kıskançlık krizimdir, başka bir şey olamaz. Ama beni ne boyuta getirdiyse, kömür ütüsü kaptım, kafasına fırlattım. Eğilmese bittik, kafasına yedi mi o ağır şeyi, telafisi yok. Allah’tan kıvrak bir hareketle eğildi de ütü yere düştü, beton delindi.
Kavga sırasında o nasıl tepki veriyor?
- Sinir bozucu bir sakinliği var. Bugüne kadar söylediği en ağır şey, “Terbiyesizleşme Tansu!” o kadar. Bir de kendisine banyoya kilitliyor, sakinleşip çıkıyor. Ağzından kötü bir laf çıkmaz.
Hayatta en çok sevdiğiniz insan mı o?
- Evet.
Hala içinizi titriyor mu onun için?
- Evet. Buraya taşınmanın da şöyle bir güzelliği oldu. O geleceği zaman heyecana kapılıyorum. Kuaföre gidip fön çektiriyorum, evi hazırlıyorum…
O 40 yaş kadınını yazıp duruyor, sizin için ideal erkek yaşı nedir?
- Hayatla hesaplaşmasını bitirmiş adam! O da ancak 60’tan sonra oluyor. Daha genç erkek, seven kadın için çok yorucu…
Onun kadar beğendiğiniz bir adam hiç olmadı mı?
- Aktörlerden oldu. Sam Shepard mesela. Ertuğrul’a hiç tereddütsüz, “Bir gün karşıma çıkar ve beni isterse, bitmiştir” dedim.

YÜZÜMDE YORGUN BİR İFADE OLMASIN DİYE ESTETİK YAPTIRDIM

İnanılmaz fit ve güzelsiniz…
- Teşekkür ederim. Ağır bir kolitim var, ciddi bir diyet uyguluyorum. O da böyle kalmamı sağlıyor. Mayalı hiçbir şey yiyemiyorum, tatlı yiyemiyorum, yağ tüketimim az. Faydası şu: 60 yaşında 28 beden jean giyebiliyorum!
Yüzünüz peki?
- Önceleri botoks yaptırıyordum. Sonra Serdar Eren’e gittim, yüzüme estetik yaptırdım. Toptan yukarı çekti ve gözaltlarımı aldı. Derdim, yaşımı göstermemek değildi. 60 yaşında olmaktan hiçbir rahatsızlığım yok. Derdim yüzümde yorgun ifade olmamasıydı. “Yok kocam beni aldatıyor, yok 30 yaşına geri dönmek istiyorum” bunlar palavra. Ben aynaya baktığımda karşımda dinlenmiş bir yüz görmek için yaptım. İyi de yapmışım.
Olağanüstü güzel olmuş! Bir sürü insanda yapay bir görüntü oluyor, sizinki hiç öyle değil…
- Aslında doktorda değil hata, insanlar bu ameliyatın üstüne bir de gidip botoks ve dolgu yaptırıyorlar. İşte o zaman fena oluyor. Ben normali neyse onu yaptırdım, bir daha da yüzümle oynamadım.
Sizden insana huzur geçiyor… Hep mi böyleydiniz?
- Yok canım, son 10 yılda böyle oldum!

ERTUĞRUL İÇİN DE KÖTÜ ŞEYLER YAZACAKLAR

Mehmet Ali’nin ölümü ardından sosyal medyada çıkan olumsuz yazılara, hakaretlere çok üzüldüm. Aynı şeyleri Ertuğrul için de yapacaklar diye düşündüm. Bir ölünün ardından nasıl bu kadar acımasız, nasıl bu kadar edepsiz olabiliyorlar? Bana göre Meral Okay’a “Öldü o kadın!” diye manşet atmakla Mehmet Ali’ye yapılan arasında hiç fark yok. Aynı kafa, aynı zihniyet. Çok çirkin buluyorum.

İSTANBUL'DAKİ 20 YIL FENAYDI 

İstanbul’da geçen 20 yılım fenaydı. Evlenirken hiç öyle bir hayat talep etmemiştim. Ne mutlu bana ki, o ilk tanıdığım Ertuğrul yavaş yavaş yeniden açmaya başladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder