28 Ekim 2013 Pazartesi

Kızıyorum kızmasına da, kızmak yetmiyor bir şeyler daha yapmalı...

Küçük bir tekne, üç tayfası var, iş bırakmışlar. Efendi kaptan, sahilde oturan ayaklarını denize sallayan üç adama haber yollamış: “Gelsinler iş var!”
Adamlar gelince Kaptan ilkinden başlayıp sırayla sormuş: “Sen ne iş yaparsın?”
“Ben çok iyi görürüm” demiş ilk adam. Elini alnına götürmüş, şöyle bir ufka bakmış, uzun uzun... Ardından  demiş ki:
“Yedi deniz ötede, Hint Padişahı’nın sarayı var... Sarayın yedi katlı kulesinin, yedinci katındaki, yedindi pencerede, Padişahın on yedi yaşındaki yedinci kızı atlas yorganına nakış işlerken elindeki altın iğne düştü... Ben onu gördüm.”
Kaptan şöyle bir "la havle" çekmiş, ikinciye dönmüş ve sormuş: “Sen ne iş yaparsın?”
 İkinci de marifetini “Ben çok iyi duyarım..." diye açıklamış; sonra da elini kulağına götürüp başlamış dinlemeye... Bir iki dakika, herkesin şaşkın bakışları arasında dinlemiş, dinlemiş ve sonra da demiş ki:  "Yedi deniz ötede, Hint Padişahı’nın sarayı var... Sarayın yedi katlı kulesinin, yedinci katındaki, yedindi pencerede, Padişahın on yedi yaşındaki yedinci kızı atlas yorganına nakış işlerken elindeki altın iğne düştü ya... tınnnnnnn diye bir ses. Ben de onu duydum.”
Kaptan herifleri dövüp denize atacak ama, yine "la havle" çekip üçüncüye de sormuş:
“Sen ne iş yaparsın?”
“Ben kızarım” demiş üçüncü adam.
Kaptan şaşırmış: “Neye kızarsın?”
“Böyle lüzumsuz heriflerin söyledikleri yalanlara kızarım...”

Aslına bakarsanız 1993 yılından beri kah fiilen medya dünyasının içinde, kıyısında, köşesinde yer aldım. Yapmadığım iş, çalışmadığım alan kalmadı gibi. Lakin hala "lüzumsuz" tiplerin söylediği yalanlara, şişirmelere, atmasyonlara, palavralara, abartılara, kandırmalara alışamadım. Hala "kızıyorum" Hasan Pulur'un ünlü hikayesindeki gibi.

[Ünlü hikaye dedim ama, diyebilirsiniz ki "nereden ünlü?" Yıllar önce daha ilkokula gidereken, olan biteni öğrenmek isteyen ama okumaktan çok zevk almayan babama, çok sevdiği Hasan Pulur'un yazılarını okurdum... Milliyet, Güneş,... Hasan Pulur nereye biz ailecek oraya. Hasan Pulur da bu anlattığım hikayeyi belki yüzlerce kez yazmıştır köşesinde... Ben de dolayısıyla yüzlerce kez okumuşumdur. Onun için ünlü...]

Neyse neye kızdığımı da söyleyeyim. Son günlerde "Menderes'i astınız, Özal'ı zehirlediniz, Erdoğan'ı yedirmeyiz" şişirmesi ile iyice sloganlaşan "Özal'ı öldürdüler" palavrasına yönelik kızgınlığım. Yaklaşık olarak ayda bir kez farklı bir televizyon programına çıkan ve "babamı öldürdüler" diyen, ancak hiç bir kanıt bulunamadığı için her seferinde öldürme biçimini değiştiren Ahmet Özal'ın söylediklerine daha doğrusu...

Elimde bir basın bülteni var: "Haziran 1987 akşamı İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan havalanan uçakta Başbakan Turgut Özal’ın atlattığı ölüm tehlikesi A Haber’de yayınlanan Can Okanar’ın hazırlayıp sunduğu “Anlatılmamış Öyküler” programında ele alındı." diyor bültende.

Programın adının "Anlatılmamış Öyküler" olmasına mı kızayım... Ahmet Özal'ın aynı iddiasını tam 1 yıl önce Sevil Atasoy'un CNN Türk'te hazırlayıp sunduğu Suç ve Delil programında dile getirmiş olmasına mı kızayım...

Babamı zehirlediler diyip duran Ahmet Özal'ın mahkeme kararı ile mezarının açılmasına karar verildiğinde susup köşesine gizlenmesine mi kızayım...

Neye kızayım, ne edeyim bilemedim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder